Rana Değirmenci
ranadegirmenci@hotmail.com
GÜL=DİKEN
08/02/2015

"O kadar açık ki; diken gülün sayesinde vardır..."

 

Son zamanların “milenyum çağındayım”, “bütün kişisel gelişim kurslarına gittim ve hatta ben de bu kursları veriyorum” diye gerine gerine ortalıkta (aa dilim sürçtü, ülkemin en gözde cemiyet hayatında) gezinen insancıklarına bakıyorum da, inanın burnumun direği sızlıyor.

 

Bu kadar mı, birbiri ile çelişen, üç beş kişiliği bir arada yaşayan ve de sergileyen; kişiye, duruma, zamana göre şekilden şekle girilen ve bunun dahi farkına varılmayan ya da farkına varmaz görünülen garabetlere dönüşen, insanlar mı olunur?

 

Okullardaki eğitimcilere bakıyorsunuz, kaç öğrenciyi akademik ya da insanî değerler bakımından topluma kazandırdığını sayacağı yerde;  kendisi gibi aynı eğitimi almış, aynı liyâkattaki, aynı görevi yapan arkadaşına -ne bileyim-, saçının şekli, elbisesinin sayısı ya da çantasının modeli ile büyüklenme nahoş çalımının çoğalmasını, kendisine dert edinmiş.

 

İnanın, abartmıyorum; eskilerin deyimi ile şöyle tebdil-i kıyafetle ülkenin en gözde okullarına gelin, gelin de bir görün… Öğrenci mi dediniz? Çoğunluğu bu saydığım meziyetlerde olan öğretmenlerinden alabileceği insana dair en önde özellik; adam beğenmeme, markası ile övünme vb. olacak tabii. “Canım, her devirde iyiler de kötüler de, olgun kişiler de kendini bilmezler de vardır, ne var bunda” diyeceksiniz. Elbette, her devirde, hemen her mekânda ve her durumda, insanoğlu içinde iyi örnekler de kötü örnekler de oldu, olacak da… Ama dedim ya, burada mesele şu: Eski devirlerde kötü de, iyi de; hain de, zalim de, işini lâyıkı ile yapan da, üç kağıtçı da daha mertti. Daha kendini bilirdi. Şimdi, şu arkadaşına tepeden bakan eğitimci hanıma “neden okullarda eğitim kalitesi düştü” diye sorsanız; asla kendisinde ufacık bir kusur bulmaz, asla eğitim adına kendisini şöyle bir özeleştiriden geçirmez. Ona göre mutlaka, ya veli eski veli değil, çocuğu ile ilgilenmiyor; ya öğrenci öğrenci değil, çalışmıyor;  ya da şu yeni düzen mutlaka ona hak ettiği sosyal ve ekonomik düzeyi sağlamıyor. İşte bu yüzden eğitim elden gidiyor.

 

Sokağa çıkıyorsunuz, e artık çağdaş medeniyeti yakaladık ya, insanın insanı ezmesi, -bu sözü sevmem ama, tam şu günlerdeki sokak dili ile söyleyeceğim- insanın insanı takmaması diz boyu… Kafeteryaları, sinemaları, parkları, AVM’leri dolduran bir sürü amaçsız insan… Ellerinde son model cep telefonu, insana çarpa çarpa; otobüste ayakta duran yaşlıyı görmeye görmeye,  otobüse herkesten önce binmek için kuyruğun başına son dakika uyanıklığı ile gelip önündekini eze eze, “cool” takılıp gidiyorlar. Şöyle bir an durdursanız, böyle umarsızca yürüyenlerden birini: Kesinlikle, memurluk sınavlarına hazırlandığını ama devletin giderek acımasız olmasıyla ona bir türlü iş vermediğinden dem vurur. Sözüne şunu da eklemeyi  unutmaz; o kadar çok sertifikam var ki, ama görmüyorlar işte…

 

“Affedersiniz anlamadım küçük hanım, her gün AVM’de iken ve hazırlanman gereken saatlerde çalışmaktan kaçarak kafeteryada otururken ne zaman sınava çalıştın? Ve bunca kişisel gelişim sertifikan varken (Var mı ki acep? ), neden sen 19 yaşındayken, belediye otobüsünün “yaşlılara ayrılan kısmına hem göz göre oturdun da” , hem de sonra yetmişlik ninemi görmedin? Aldığın sertifikalar ne için? Üstelik bunca ders ve kurs almana rağmen, seni değerlendirecek kurulun genel kültür sorusundan neden bu kadar çok korkuyorsun, şimdiden? Anlamadım!”

 

Haydi, “orası sokak” diyeceksiniz. O zaman, şöyle farklı mekânlardan içeri başımızı uzatalım. Tamam, buldum; büyük bir şehrin bir sanat etkinliğine katılalım. Hem burada kültür, sanat, edebiyat var… Yaşasın, en azından bu mekânda özü sözü bir, kendini iyi yetiştirmiş, iyi ifade eden, özündeki güzellik ve insan sevgisini tüm insanlarla hatta insanlıkla paylaşan insanlarla karşılaşabileceğiz.

 

Şöyle sahneye doğru ilerleyelim: Kesinlikle, bu şatafatlı giyinen hanım etkinliğin sahibi olmalı, ağzı da iyi laf yapıyor hani. Bu ne etkinliğidir tam anlamadım ama… Aman biraz sussalar, anlayacağım da… Neyse, şöyle bir gezip de kendim karar vereyim, etkinliğin ne olduğuna… Evet, burada masalar ve kitaplar var… Burada da, el sanatları… Burada tablolar… Burada müzisyenler… Burada birkaç radyo, birkaç da yerel TV… Burada fırak giymişler?! Aaa, şu masada da yüzlerce kupa… Sahnedeki pelerinli hanıma tekrar gözüm takılıyor… Sayısını saymama imkân olmayan büyük ve garabet topluluk, yüzlerinde sahte gülücükle yanlarındaki ile konuşurmuş gibi yapıyor… Kitaplara şöyle bir bakıyorum: Daha bir tane şiir görmedim. Türkçe hak getire, sayfalarında. 

 

Ama ben zavallı, sanatçı ve sanat eseri ararken, hatta ondan geçtim, bir yürekli insan ararken, fark ettim; kimsenin gözü ve kulağı sanat eserlerinde değil. Oraya doluşan her bir varlığın kulağı, kendisini iyi bir(!) televizyonun spikeri ve kendine has melodisini de doğru telaffuz sanan, Türkçeyi katleden vurgu ve tonlaması yetmezmiş gibi, sahneyi kıyafeti ile de bir iyice süpüren hanımda. Gözleri de sahnenin sağ yanındaki kupalarda… Hanım, yüreğinin samimiyetsizliğini kapatmak için dudaklarının -sanki şu ünlü romandaki gülyabani gibi- birini yere birini göğe açmış; insanların yüreklerine gülüyormuş gibi yapıyor. Gözleri de felfecri okuyor… Allah’ım, birçok insan da, gözleri görmüyor da, bu gülüşe kanıyor. Yok yok, sanırım birçoğu kanmış görünüyor. Çünkü kanmış görünenlerde de, sahte bir maske ve gülüş… Ya rabbim, ne kadar sanal! Bugünlere mi kaldık!

 

İyi de, yürekli insanlar her yerden riya ve acemilik akan bu yerin sahteliğini, sahnenin maskaralığını anlıyorsa, neden hâlâ gözleri kupalarda. Hanım başlıyor… “Efendim bu en iyi yazar, bu en iyi çizer, bu en iyi tv, bu en iyi akrobat, bu en iyi, siyasetçi, bu en iyi kumdan kale yapan, bu en iyi büro-kran, bu en iyi sırıtan, bu en iyi sahneye sıçrayan…” Arada da ilave ediyor; “Ben her şeyde en iyiyim de; oturdum, ülkemdeki en iyileri, evimden internet sayfalarını karıştırarak buldum. Çoğunuzu tanımam bilmem (karnından da fısıldıyor; tanıyıp da ne yapacam, iyi ki doluştunuz, siz gidince “ben en iyiyim” diye kendi haberimi yazacağım. heh heh),  ammaa en iyi sizsiniz. Ben seçtiysem, en iyisini seçerim. Çünkü ben, ( benn, benn, benn diye gülyabaninin dudakları otomatiğe bağlanıp çarpmaya başlıyor) her şeyde en iyiyim…Hemen her konuda en iyiler burada…”

 

Allah’ım, ya cennete düştüm ben ya da cinnete… Kimse de, itiraz etmiyor; “Beni nerden, nasıl bildin, Kadın?”  Kadın, elbisesi ile yerleri süpürme bitince artık, kupa dağıtmaktan da yoruluyor: “Ee kalanları da siz şuradan alıverirsiniz gayrı” diyor… Ve kalan diğer “enler”, şöyle genleşerek koşup da, kendi elceğizleri ile kupaları alıyor… Kesinlikle bu bir rüya. Hele ki korkulu rüya. Rüya bu. Yoksa gerçek hayatta bu böyle olamaz. Benim ülkemde hiç olamaz. Nerede kültür, derinlik, samimiyet, liyakat, yürek?  İnternete, bilgisayara, cep telefonuna baka baka; biz gerçek insanı, hakiki kültürü, edebiyatı, sanatı, sosyal hayatı kaybediyoruz… Bir kere, o eline mikrofonu  kapan kim? Dünyaya her konuda allame-i cihan indi de benim haberim mi yok? Bir insan her şeyde iyi olacak; ya da biricik (yalnız ve yalnız tek aklı ile) kültür, sanat, edebiyat, medya, siyaset “enlerini” seçecek kudrette ve cürette olacak, şöyle bir iki ayda…Hı? Duydum bazıları dedi ki; yok o hanım tek değilmiş; kurumu mu, sal’ı mı, platform ayakkabısı mı ne varmış… Bilmem, ben bu kurumu duymadım… Aman ben de, ne kadar abartıyorum; her kurumu, mütevelli heyetini, bu kurumun danışmanlarını, yarışma şartlarını ve yarışma jürisini de görmemiş, duymamış olabilirim. Tamam da, dört yüz beş yüz adamı, bir hanımı, yüzlerce anlamsız kupayı duyuyor, görüyoruz da… Hoş biz de dünyaya bakıyoruz. Yaşıyoruz… (Neyse…Bir ben değil, yürekli çok kişi bu hesabı yapacak, bu hikmete erecektir. Sabır.) Yaşıyoruz da, iki ayda (hatta bazen yıllarca) hemencecik, bu kurumları ve hakikaten sanatında “en”leri neden göremiyoruz… Nerden sardım bu facia drama bilmem ki… Diliyorum, şu anlattıklarım bir rüyadır… Ama ya  hem hakikat hem de baştan ayağa riya ise… Amman dikkat! Bu salgına, bu virüse geçit verilmemeli, akl-ı selimler! Hemen, mekânı terk ediyorum… Benim bildiğim; o dört başı mamur, ilklerle, yüreklerle, ölçülerle, edeplerle, “insan”larla yaşayan edebiyat, sanat, kültür bana kalsın, yürekli insanlara kalsın. Ve inanın; yürekli dostluklarla, hakiki sanat, edep eserleri dışında, tek bir kupa dahi istemiyorum… Hatta, öğretmenliğimde dahi kupa istemiyorum…

 

Sahneden dışarı atınca kendimi, derin bir nefes alıyorum. Gidip şadırvanda yüzümü yıkıyor ve kendime geliyorum. Edebiyat, sanat, kültür, siyaset, medya ve toplum hizmeti için terleyen, ama hakikaten terleyen yürekler aklıma geliyor. Şükrediyorum… Toplum hizmeti deyince; aklıma sivil toplum kuruluşları geliyor… Daha, doğru dürüst tüzüğü, amaçları, çalışma organları yokken genel başkanlarının, nerede bir proje varsa balıklama atladığı, sonra da ciddiyetsiz ve acınası tavırla projeyi ya da projenin ürününü, getirisini kaparak, basına “ben yaptım, ben yaptım!” diye –tek karelik poza sığışarak- sırıtmaları geliyor. Bu tür kuruluşların, o sırıtan ve sığışanlarca, amaçları dışında, siyasete basamak olarak kullanılmaları geliyor.  Bu kuruluşlara tüm gönlü ile amaca uygun hizmet için girenlerin; sivil toplum kuruluşu saltanat devrinde iken birkaç uyanık yönetici tarafından,“önce çalışmalarının beğenilmiyormuş gibi yapılarak sinsice elinden alınması”nın ardından, idealist yüreklerin amacı dışında faaliyet gösteren bu yerden, üç kağıdı fark ettiği anda tüm mertlikleri ile ayrılışını seyrediyorum içim buruk. Oradan gidene üzülmüyorum ben. Sivil Toplum Kuruluşlarında mert ve samimi insanlar azalacak diye üzülüyorum. Bizi siyasette de yöneteceklerin, bu kurumları - ve hatta tek bir projeyi ve etkinliği üretemeyen, yönetemeyen kafası boş, kalbi hainlerden- yönetemeyenlerden olması ihtimali canımı sıkıyor. Her şeye rağmen, içimden tebrik ediyorum, hem alın terleri ile çalışıp hem de onurları ile, eğilmez başları ile bu kurumcukları terk edenleri. Hatta karşılarına çıkıp zaman zaman, bu kahramanları yüreklendiriyorum: “Kendi projeni, kendi toplum hizmetini, kendin yap” diye. “Hâlâ insanlık ölmedi, ilerle” diyorum. Zaman geçiyor; yürekliler aslanlar gibi ilerliyor, insanlığından hiç taviz vermeden. Ama, hiç mertle namert bir olur mu/ olmuş mu? Dürüst kalbin toplum için yaptığı hizmete, nerede olursa olsun, “hiç yüksünmeden, hiç yüzü kızarmadan atlayıp da, eteğini öpmekten geri durmuyor” o arkada kalıp da, oldu olalı bir proje çıkaramayan, eski, çakma ve artık sıfırı tüketse de – eski dalavereci alışkanlıkla-  hâlâ objektiflere poz veren ve asıl hezimete uğrayan, kurt görünen fare, stk’cı bozuntusu . Tabii, tabii yanılmadınız; mert yüreğin artık hizmetlerine sahip çıkma gücünden biraz yüz bulabilse, yine utanmadan, bu projeyi de ben yaptım”, karşı mahalleden atlayışını milletten saklamaya çalışarak, diyecek. Ne dediniz? Fotoğrafı çekti mi yine de… Siz de mi kurt masallarına, cadı kazanlarına, boş kafaların aymaz sırıtışlarına, sanal dünyanın içi boş algı operasyonlarına kanıyorsunuz? Yapmayın… Alt tarafı bir resim.  Bunun yarın, mahşeri var…

 

Hayat boyu, “insana çalıştığından başkası yoktur (Necm/ 39)” şiarına inanan ben, “sıfırı tüketip de kaybedecek bir şeyi olmayanların “ bulunduğu ve adına –hiç, STK der miyim-  “Sefil Takılanlar Kazanı”  koyduğum yerden/ yerlerden acilen uzaklaşıyorum. Aslında hallerine ağlamak geliyor ama, kendime “Buna da mı gözyaşı? Değmez!” deyip, şu mısralarımı ilk kez mırıldanarak; güllük gülistanlık, insanlık sahnesinde yürürken buluyorum kendimi ( iyi ki, dikenlere rağmen hâlâ varsınız Güller…) :

 

“Neden güya beni silenler dönüp dönüp eteğimi öperler
Ve neden ben yine de o riyakar dillere basıp geçemem

Bilirim sus konuşma sen dersin ömre rehber yüreğim
İnsanım ben insanlıktan bir an dahi geçemem

Bakma sen benim arada bir kopuveren vaveylama 
Bahşedensin asil yürek benlik mührümü bana

Yürekliye susarım da onursuza gülüp geçemem
Yüreği de bir bildim mi gülücükten vazgeçemem

İnan inan ki yürek buna şu mağrur hayatımda
Çizilsen de gülsen de senden gayrıyı seçemem

Her ne yapsan öpecekse eteğimi bu zavallı yüreksizler
Anı asaletle geç de kalmasın etekte izler”      ( 07.02.2015 Ankara)
......

 

Taş yerinde ağırdır, dostlar. Artık mert yürek biliyor ki; insanımızın bazı konularda kafası karışsa da, aklı ve kalbi çelişse de, söylemleri ile eylemleri -isteyerek ve istemeyerek- birbirine dolansa da “hâlâ sağduyulu yürekler, güller var” ülkemizde… İnsanımız, dün olduğu gibi bugün de; ne eğitime balta vuranlara, ne gencimizi duyarsız bırakanlara, ne sanatçı geçinip de sanatın ucuz ticaretini yapanlara ve ne de “toplum hizmeti yapıyorum” diye, kendi şahsi(-yetsiz) çıkarları ve rantları için sivil toplum kuruluşlarına ve bu kuruluşlara, yalnızca insanlığa hizmet için emeği, samimi yüreği ile katılım sağlamaya çalışanları güya engellediğini sananlara geçit vermeyecek, papuç bırakmayacak! Buna her zaman inandım ve ömrüm oldukça da inanıyorum. Tek yapacağımız şey, sağduyulu,  yüreği ülkesi, milleti ve insanlık için çarpan samimi ve iyi niyetli insanlar olarak; sosyal hayatta daha yoğun,  daha bilinçli ve daha örgütlü var olmaktır. Bu alanlarda samimi, iyi niyetli, liyakatli ve duyarlı yürekler çoğalmalıdır. Ben mert yüreklerin, dünyayı güllük gülistanlık yapacakların çoğalacağına dair, umutluyum. Hayatın her alanına yayılmış sahtekarlara geçit vermediğimiz, onları unufak ettiğimiz sürece, bu ülke “insan”larla, “insanlıkta” var olacaktır.  

 

Bir dileğim olacak sizden yürekli ve şahsiyetli insanlar; lütfen o güzel yüreğinizin ve alın terinizin simsarlarca kullanılmasına izin vermeyin. Boş ve anlamsız kağıtlar, boş ( bir liralık ) kupalar, vaat edilen anlamsız makam ve etiketler sizi kandırmasın. Siz yürekli olduktan sonra, hak ettiğiniz ödülü Rabbim size bahşedecektir. Hem de en kalitelisinden, hem de en onurlusundan. Bir de, kişisel gelişim kurslarından çok önce, hakiki hayatta yüreğinizle yüzleşmeyi ve “insan” olduğunuz için “insanı sevmeyi”, insana dürüst olmayı” seçin… Bu seçimden daha büyük, daha anlamlı ödül olur mu, insan için?

 

Yazıma, dün yazdığım şu mısralarla nokta koymak istiyorum.

 

Hiç şevkinden bir şey kaybetme ey gül-i rânâ
Çoğu bilmez neden meftunsun lâl düşmüş âna

Ağla ey güzel gül ağla ister güle ister şu hara
Diken gülü göremez gül dikençin boyanır nâra

 

Her zaman, son ve kalıcı söz, duyarlı ve yürekli insanların olmuştur. Saygı ve selam ile.

Ranâ İSLÂM DEĞİRMENCİ

 



1264 kez okundu. Yazarlar

Yorumlar

Tşk     21/02/2015 22:30

Allah razı olsun Rana hanımefendi kardeşim,gönlünü öğrencilerine adamış sizin gibi ,gönlü güzel öğretme aşkı ile dolu öğretmenler oldukça daha güzel günler gelecek çabanızla ,gayretinizle inşallah,selam ve dua ile...
MEHMET Aluç

Yazarın diğer yazıları

Şems - 07/03/2016
Suya yazdım
Nar-ı Beyza - 12/07/2015
Deneme
TÜRK DÜNYASI - 02/12/2014
ULU ÇINAR
YÜREĞİMDEKİ KÖZ ''TÜRKÇE'' - 26/08/2014
RANA İSLAM
YÜREK BALÇIKLA SIVANMAZ - 10/08/2014
RANA İSLAM
MARİFETTE CEVHERSİN - 31/07/2014
RANA İSLAM
DOST BİLMESİN - 15/02/2014
RANA İSLAM
GAZEL-İ BENDE - 12/02/2014
ELİF BEZELİ KİTAP
ELİF - 22/01/2014
RANA İSLAM DEĞİRMENCİ
 Devamı